Saturday, December 23, 2006

Hindistan (4-22 Ekim 2006)

Merhaba:) Ben bu sene 26 yaşındayım, ve doğduğumdan beri bana dünyayı bedavaya gezdiren Türk Hava Yolları artık bana bilet vermiyor:( O yüzden biz de bu son bedava biletli seyahatte hem uzak, hem de ilginç bir yere girmek istedik. Küba mı Peru mu Avustralya mı derken Hindistan'a gitmeye karar verdik. Aslında babam yıllardır Hindistan'a gitmek istiyordu. Ama sonunda hep başka yerlere gidiyorduk. Bu sefer gittik. Seyahatin üzerinden iki ay geçti. Ben şimdi rahat rahat evde oturup, oradayken tuttuğum notları buraya geçirmeye çalışıyorum. Hindistan nasıldı diye soranlara da eh işte, değişik bir yer tabii falan gibi şeyler söylüyorum. Ama bir yandan da son biletimle oraya gittiğim için mutluyum. En sevdiğim yerlerden biri olmadı, ama ilginçti. Yani ben "Hindistan'a gittim hayatım değişti" ya da "Hindistan bir rüya ülkesi" insanlarından değilim. Hindistan çok değişik, kalabalık, gürültülü bir yerdi. Ama bana masal gibi de gelmedi, rüya gibi de. Babama sorarsanız kabustu :) Ama bu daha çok babamın o kadar kirli bir yerle karşılaşacağını düşünmemesindendi. Bir de Chikungunya var tabii. Önce biraz olumsuz şeylerden bahsedeyim.

Ben gitmeden önce uzun süre internette dolaşıp, bilgi topladığım için zaten kirli bir yere gideceğimi biliyordum. Hatta bazı insanlar o kadar anlatmıştı ki, çok kirliyse diye annemle yanımıza antibakteriyel sabunlar, püreller falan da almaya karar verdik. Bir de kukulatalı büyük tshirtler aldık ki kirli bir yerde uyumamız falan gerekirse onu kafamıza geçirip oturabilelim. Ama babam biz evde bunları konuşup dururken Marmaris'teydi. Geldiğinde ona da anlattık, çok kirliymiş ve Chikungunya ve Dengue diye iki hastalık salgını varmış diye. Aldıklarımızı gösterdik. Cibinliğimiz yoktu. Hastalık yayan sivrisineklerden korunmak için cibinlik aldık falan. Ama o herhalde bunlar abartıyor diye düşündü. Çünkü bu kadarını beklemiyormuş. Çektiğimiz filmleri izlerken gördük, daha ilk gün yarın dönsek mi acaba demeye başlamış şakayla karışık. Bana da tersine beklediğimden temiz geldi Hindistan. O kadar kirli bir yer bekliyordum ki, oradaki kirlilik pek gözüme batmadı. Ama tabii ki çok kirliydi. Sonuçta bir sürü inek, domuz, maymun ve çok fazla köpek sokakta yaşıyor. Çöpler sokakların kenarında belli noktalar yığılıyor ve hayvanlar bunların üzerinde dolaşıp yemek yiyor, bazı şehirlerde kanalizasyon yolun hemen kenarından açık açık akıp gidiyor. Yani kirli tabii. Ama ben okuduklarımdan o kadar kötü bir şey bekliyordum ki herhalde, gördüklerim beni rahatsız etmedi. Yani bu kirlilik meselesi beklentiyle ilgili biraz da. Bir de zaten her yer kirli olduğu için insanda bir tepkisizlik gelişiyor herhalde bu konuda. Yani ne yapılabilir ki. Ya aklını yerdeki çöplere takıp hiç bir yeri göremeyeceksin, ya da çöpleri sokağın bir parçası kabul edip gezmeye devam edeceksin. Zaten insanlar orada her günlerini geçirip yaşamaya devam ettiklerine göre bir şey de olmuyor demek ki. Dolaşırken bir ara düşündük ki belki de mikroplar birbirini yiyordur:)

Chikungunya daha tehlikeli bir şeydi benim için. Çünkü bir aydır internetteki Hint gazetelerini her açışımda o günün ölü sayısı, hastalığın yayılma grafiği, durumun vahimliği gibi konularda bir sürü yazı okuyordum ve hastalık gerçekten korkunçtu. Tam öldürmeyip süründürenlerden. İnsan sürekli bir kas ağrısı, baş ağrısı, ateş, kusma, baş dönmesi durumunda oluyormuş, bir kaç gün içinde hiç hareket edemez hale geliyormuş. 20 metre mesafeyi yarım saatte yürüyebiliyorlarmış. Zamanla ışık ve hafif bir dokunma bile insana büyük acılar vereye başlıyormuş. Ve hastalık 6 aya kadar, hatta daha uzun süre bile sürebiliyormuş. Yani çok korkunç bir şey. Neyse ki yazıları ciddiye alıp o güne kadar varlığından bile haberimiz olmayan sivrisinek kaçırıcı eşyalar bulup götümüştük yanımızda. Saat başı da deli gibi kremlere, spreylere bulanınca bir sivrisinek bile bizi ısırmadan döndük. Ama yanımızda bunlar olmasaydı herhalde bir hafta bitmeden dönmüş olurduk. Çünkü hepimiz seyahat boyunca nezleydik. Başımız ağrıdı, ateşimiz çıktı, babamın elleri kolları ağrıdı, Varanasi'de bir gün yattı... Nezle olduğumuz için böyle olduğumuzu bilsek de, üstümüzde sivrisinek ısırıkları bulsaydık, ya sinekten olduysak diye telaşlanıp dönecektik büyük bir ihtimalle. Ya da en azından bütün yolculuk aklımızın bir kenarında bu da kalacaktı. Şöyle bir rahat dolaşamayacaktık. Çünkü gerçekten de her yerde sivrisinekler vardı. Bir de hala etrafta koca koca su birikintileri oluşturuyorlar ki, sinekler üresin, çoğalsın... Neyse. Yolculuk boyunca iki sorun vardı. Onlar da bunlardı işte. Babam okuduğu gezi kitaplarında, belgesellerde kirliliğin fazla vurgulandığına rastlamamış. Niye böyle yapıyorlar demişti. Benim yazdıklarımda da belirtilmemiş olmasın diye başta yazmak istedim.

Bunların dışında Hindistan'la ilgili genel bir şeyler söylemek istersem aklıma ilk gelenler kuzey ve güneyin farkı ve insanların davranışları(bu da biraz sorundu aslında) Önce şu kuzey güney farkını anlatayım.

Hindistan'a gidenler genellikle kuzeydeki altın üçgen denen turu yapıyor. Genellikle bütün tur için bir taksiyle anlaşılıyor ve Delhi, Jaipur ve Agra görülüyor. Eğer uzun kalınabiliyorsa, kuzeydeki diğer şehirlere gidiliyor. Bir de Varanasi var tabii. Çoğu insan da Delhi'den trenle ya da uçakla Varanasi'ye gidip dönüyor. Delhi, Agra, Jaipur, Varanasi, Udaipur gibi genellikle gezilen şehirlerin çoğu kuzeyde ve kuzey, her zaman fotoğraflarını gördüğümüz pembe, kırmızı giysileriyle dolaşan kadınların olduğu, ineklerin yolun ortasında oturduğu yer, bildiğimiz Hindistan işte yani. Ama Hindistan'ın herhangi bir Avrupa şehrine oldukça benzeyen şehirleri de var. Trenle özellikle uluslararası şirketlerin yoğunlaştığı güney kısımlara indikçe tren camından görünen görüntü de şehirler de değişiyor. Gri, kahverengi tonların yerini yeşil, mavi gibi daha canlı renkler alıyor, istasyonlardan başlayarak şehirler daha derli toplu, temiz, düzenli olmaya başlıyor. Mesela yollardaki rickshawların yerini sarı tombul taksiler, arabalar alıyor, kafeler, restoranlar, çeşitli dükkanlar, alışveriş merkezleri daha çok oluyor, turizmle ilgili işlerde değil de ofislerde çalışan, yine pembe, kırmızı, turuncu da olsa ipekten, şık sariler giymiş kadınlar, takım elbiseli erkekler çoğalıyor. Güney kuzeyden oldukça farklı yani. Biz çok şanslıydık, uçak biletlerine para vermedik, benim tezim bittiği için zamanımız vardı. Trenle kuzeyde merak ettiğimiz yerlere gittikten sonra, yine trenle Kalküta'ya, oradan da uçakla Mumbai'ye gittik. Güneyi gördük diyecek kadar olmasa da farklılığı hakkında bir fikir edinebilecek kadar güneydeki bu iki şehirde dolaştık. Bir de daha güneyi var tabii Hindiatan'ın. Goa gibi yerler. O bölge de çok güzelmiş aslında ama, orası daha yeşil bir yer olduğu için sivrisinekler ele geçirmişti biz giderken. Daha güneye gitmedik yani. Ama gördüğümüz kadarıyla Hindistan'ın kuzeyi ve güneyi arasında önemli bir fark vardı.

Sonra insanlar. Üzgünüm ama Hindistan'da bizim karşımıza çıkan insanların çoğu ya bize yalan söyledi, ya kandırmaya çalıştı, ya da dalga geçti. Tabii turist olduğumuz her halimizden belli oluyordu, bizim karşılarştıklarımız turistik işlerde çalışanlardı ve eminim ki böyle işlerde çalışmayanlar iyi insanlardır. Ama napalım bizim karşılaştıklarımız hep yalan söylüyordu. Hele kuzey kısımda. Yani böyle söyleyince biraz garip oluyor ama, bir kişinin bile altında bir hesap olmadan bizle konuştuğu ya da yardım ettiği olmadı. Sokakta yürüyen herhangi birine yol soruyorsunuz mesela. Alıyor sizi oraya diye bir dükkana götürmeye çalışıyor ki komisyon alsın, ya da yanlış bir yer tarif ediyor ki aradığınızı bulamayıp yine ondan yardım isteyesiniz, o da sizi tanıdığı rickshawcuya götürsün, komisyon alsın. Bir komisyondur gidiyor yani. Yardım da etmiyorlar. Varanasi'de adamın biri adresi vermemize rağmen bizi sahte bir otele götürdü. Anladık ama adam kabul etmiyor. Annem çıktı dışarı, güvenilir bir insandır diye oradaki bir eczaneye girip adama olduğumuz yerin adını sordu ki yerimizi haritada bulabilelim. Koskoca adam sırıtarak suratına baktıktan sonra yanındaki arkadaşına bir şeyler söyleyip gülmeye başladı. Belki de bize böyle insanlar rastlamıştır hep. Bilmiyorum. Umarım Türkiye'ye gelen turistlere de böyle davranmıyorlardır, çünkü bir sürü ülkeye gittik, başımıza ilk defa böyle bir şey bu kadar yoğun olarak geldi, ve gerçekten de iyi bir izlenim olmuyor yani :) Gerçi Kalküta'da ve Mumbai'de sorduğumuz yeri tarif eden, kazıklamaya çalışmadan bir yerin ne yönde olduğunu gösteren insanlar oldu. Hatta bir kız telefonla arkadaşına aradığımız yeri sorup bize oraya nasıl gideceğimizi anlattı. Ama turistlerin çok olduğu kuzey kısımda durum biraz rahatsız ediciydi. Neyse ama biz de ikinciden sonra öğrendik adamların neler yaptığını, ona göre davrandık. Kesinlikle emporiumlara gitmek istemiyoruz dedik. Yol sorduğumuzda gönderdikleri yanlış yerlere gitmedik falan, bir şekilde idare ettik yani. Ama rahat rahat gezsek daha iyi olurdu tabii. Sonra anlatırım yine ama mesela Tokyo'da insanlar o kadar iyiydi ki, insan şaşırıyordu. Sizi alıp gideceğiniz yere bir kilometre yanınızda gülümseyerek götürebiliyorlar mesela. Neyse. Böyle işte. İnsanlarla biraz sorunumuz oldu yani. Ama belki de bize böyle denk gelmiştir.

Çok uzatmışım. Aslında kısa bir şey yazacaktım, giriş olsun diye ama neyse artık. Sonuç olarak Hindistan bizim hayatımızı da değiştirmedi, masal gibi de gelmedi. Ama tabii ki çok ilginç bir yerdi. İnsanlar, trafik, kalabalık, hayvanlar, kirlilik, dinler, o karmaşanın içinde kimseye bir şey olmadan herkesin yaptığı işe devam edebilmesi. Bunlar tabii ki insanın kafasında oluşturduğu, değişmez diye düşündüğü şeyleri biraz çekiştirip esnetiyor. Mesela insanlara o pisliğin içinde bir şey olmuyor, içinde cesetlerin yüzdüğü Ganj nehrinin suyunu içiyorlar, ama sağlıklı görünüyorlar. Sivrisineklerin yaydığı hastalıklar dışında büyük salgın hastalıklar olmuyor. Ya da trafikte. Bir köpek yolun tam ortasında kıvrılmış güzel güzel uyuyor, biraz ilerde bir inek yolu kesmiş, insanlar yolun ortasında, bu hengamede rickshawlar gayet hızlı bir şekilde bunların arasında geçip gidiyor. Hem de hiç bir şeye çarpmadan. Sanki o sırada biri farklı bir yöne hareket etse, mesela adamın biri adımını sağa değil de sola atsa bütün denge dağılıp herkes birbirine çarpacakmış gibi geliyor insana. Ama o da oluyor, kaza falan olmuyor. Siz de bir süre sonra bir motorsikletin arkasına konmuş, iki yanı açık, üstü tenteyle kapalı daracık koltuğun üstünde güvenle gitmeye başlıyorsunuz. Sonra zaman. Hiç bir şey zamanında olmuyor. Tren 10 saat rötar yapıyor ve bekleyen yolcuların tek yaptığı yanlarında getirdikleri örtüleri yere serip üzerinde uyumak. Ya da bir şeyin saati belirlenmiş ve ilan edilmiş diyelim. Ama o saatte başlamasa da oluyor. Bir şeyler ne zaman uygun olursa o zaman oluyor çoğu zaman. Zaten trenler, arabalar, otobüsler, her şey geç kalabildiği için onlara bağlı diğer şeyler de geç kalıyor tabii. Zaten hayatın akışında önemli etkisi olan, devlet dairelerinin, ofislerin çalışma günlerini belirleyen bayramlar, festivaller, tatiller de her sene başka bir tarihte oluyor. Yani Hindistan'da çoğu şey alışık olduğumuz, kesinlikle emin olduğumuz kalıpların dışında da gayet güzel sürüp gidiyor. O yüzden insanların bir masal içinde ya da rüyada gibi hissetmesi çok normal aslında. Bir yandan bu gerçekdışı gibi görünen işleyiş, bir yandan renkler, kalabalık, sesler, kokular... Hele de insan büyük bir koşturmacanın, bütün hayatını kaplamış bir işin, amacın içinden çıkıp kendine has bir düzeni olan bu ülkeye geldiyse hayatının değişmesi normal aslında galiba. Eminim ben de senelik iznimin bir bölümünde, kendi düzenli dünyamdam çıkıp bu dünyanın içine düşsem en azından ne yapıyorum ben falan diye kendime bir sorar, belki işimden ayrılırdım, hayatım değişirdi.

Neyse. Çenem düştü benim bugün. Şimdilik bu kadar. Yaın ilk günden itibaren orada tuttuğum notları göndermeye başlıyorum. Okursanız çok mutlu olurum :)

Ağğ. Bir de Hindistan'da en çok sevdiğim yeri söylemeyi unuttum. Gezdiğimiz yerler arasında bana en ilginç gelen yer Varanasi. Annemle babama da. Yani cesetlerin atıldığı nehrin ve orada yıkanan insanların olduğu yer:) Çok küçük, yapılacak pek bir şey yok, ama etrafta olan her şey çok ilginç, ve renkli, ve gerçek görünüyor. Bir de Kalküta'yı çok sevdim. Sanırım biraz İstanbul'a benzettim ben orayı. Yani görüntü olarak değil de, orada yaşıyor olsam neler yapabilirim, kalkıp hangi kitapçıya giderim, hangi kafede bir şey içip, nereden alışveriş yapabilirim gibi şeyleri gözümde canlandırabildim de ondan galiba. Bir de yağmurdan. Çok güzel yağmur yağıyordu.




Delhi (5/6/7/8 Ekim)
Jaipur (9/10 Ekim)
Agra (11/12/13 Ekim)
Varanasi (14/15/16 Ekim)
Kalküta (17/18/19 Ekim)
Mumbai (20/21/22 Ekim)

Merhaba :)

Merhaba. Bu aşağıdaki benim çocukluğumdan beri gittiğim yerlerin haritası :) Annem THY'de çalışıyordu, babam öğretim görevlisiydi. Biletimiz de, zamanımız da olunca bir çok yere gitme fırsatımız oldu. Bu sene artık bir site yapıp başımıza gelenleri anlatmaya karar verdim. Hikayeanlaticisi diye bir site yaptım. Burası da onun blog kısmı. En son Hindistan'a gittiğimiz için ondan başlayarak aldığım notları, aklımda kalanları buraya yazmaya başlıyorum. Böyleyken böyle :)



buradan kendi haritanızı oluşturabilirsiniz